Tarsus, Antik Çağ’da nehir tanrısının oğlu anlamına gelen Kydnos (Cydnos), Araplar döneminde ise “soğuk su” anlamına gelen
Berdan
çayının kıyısına kurulmuştur.



Tarih boyunca birçok medeniyete beşiklik etmiş, onların buluştuğu bir yer olmuş. Papa 16. Benediktus’un 2008 yılını Aziz Paul Yılı ilan etmesi ve onun doğduğu kentte açılış etkinlikleri düzenlenmesi, tüm dünyada yeniden gözlerin Tarsus’a çevrilmesini sağladı. Tarsus, şimdilerde, özellikle Katolik dünyası, Hıristiyanlığın kurucusu olan Aziz Pavlus’un izlerini sürmeye bu kente geliyor. Akdeniz’in bu mistik kentini görmenin ve köklü tarihine tanık olmanın tam zamanı...









Toros Dağları’nın eteğinde, Berdan Çayı’nın suladığı bereketli toprakların bulunduğu ovada kurulmuş olan Tarsus, Anadolu’nun en eski kentlerinden birisidir. Kentin geçmişi M.Ö. 8000 yıllarına kadar uzanıyor. Adı değişmeden günümüze kadar gelen az sayıdaki kentten biri olan Tarsus’un adının kaynağına ilişkin farklı bilgiler ve efsaneler vardır. Geçerli olan bilimsel görüşe göre, Tarsus adının bir Asur tanrısı olan Şanta Baal Tarz’dan geldiğidir. Aramice Tarz ya da Tarzi olarak anılan kentin adı Latince Tarsos olarak kullanılmış ve günümüzdeki biçimi olan Tarsus’a dönüşmüştür. Tarsus tarihini ortaya koyan ilk izlere Gözlükule höyüğünde rastlıyoruz. Burası kentin güneyinde bugünkü Adana-Mersin karayolunun yanı başında yer alan bir höyüktür.


Araştırmalar Tarsus’ta ilk yerleşimlerin bu Gözlükule höyüğü ve çevresinde gerçekleştiğini göstermektedir. Kentin en önemli ve tek yükseltisi olan ve bugünkü adıyla Gözlükule tepesinde yapılan kazılar sonucu, kentin tarihsel geçmişini belgeleyen önemli buluntular ortaya çıkarıldı. Amerikalı araştırmacı Hatty Goldman tarafından 1938-1945 ve 1947-1953 yılları arasında burada yapılan kazılarda, değişik medeniyetlere ait 33 katmana rastlanmış, neolitik ve kalkolitik dönemlere ilişkin buluntular elde edilmiştir.Tarsus’un geçmişinde yer alan ve Hitit’lerden başlayarak Asur, Pers, Helenistik Çağ, Roma ve Bizans egemenliğine, oradan da günümüze kadar geçen süreçte, uygarlıkların nasıl üst üste bir kültür birikimi yarattığını ortaya koymaktadır. Kentte çeşitli zamanlarda yapılan kazılarda elde edilen eserler ile tesadüf olarak bulunan ya da vatandaşların getirdiği çeşitli objelerin yer aldığı binlerce eser Tarsus müzesi’nde görülebilir. Tarsus’tan çıkartılan arkeolojik eserlerler Tarsus Müzesi, Mersin Müzesi, Adana Bölge Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi (Ankara), İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Hatay Mozaik Müzesi’nde sergileniyor.






Tarihsel kaynaklara göre, Tarsus surlarla çevrili bir kenttir. Kenti çevreleyen surların dört kapısı bulunmaktadır: Dağ kapısı, Deniz (Liman) Kapısı, Batı (Silifke) Kapısı ve Doğu (Demir) Kapı. Çeşitli yüzyıllarda onarım görmüş olan kent surları, geçirdiği, depremler, sel baskınları, savaşlar ve yıkımlar nedeniyle önemli ölçüde tahrip olmuştur. 1800’lü yılların ortasına doğru Çukurova bölgesini ele geçiren Mısırlı İbrahim Paşa, kentin geriye kalan surlarını da yıktırmıştır. Bugün surlardan sadece Kleopatra kapısı olarak anılan batı kapısı ayaktadır. Tarsus’u önemli kılan olgulardan birisi de kentin Suriye-Mezopotamya geçiş yolları üstünde olmasıdır. Antik Çağ’da Tarsus, Akdeniz dünyasının canlı bir liman kentidir. Bu durum Tarsus’u hem ticari hem de siyasi merkez yapmıştır. Roma İmparatorluk döneminde ise Tarsus Kilikya eyaletinin başkentidir. Tarihte dört kez iki farklı uygarlığa başkentlik yapmış olan Tarsus, Roma döneminde Büyük İskender’in darphanelerine sahipti. Antik Çağda Tarsus, birçok Anadolu kentinden farklı olarak kendi sikkelerini basma (darp etme) yetkisine sahip az sayıdaki ayrıcalıklı bir kentten birisidir.


Tarsus, felsefe ve bilim alanında, Antik Çağ’ın Atina, Roma İskenderiye gibi önde gelen kentleri ile birlikte anılır. Çünkü M.Ö. 3. yy. ile M.S. 2. yy. arasındaki 500 yıllık zaman diliminde Tarsus’ta çok sayıda felsefe okulları bulunuyordu. Bu okullarda, Epiküris ve Kinik felsefesi dışında Tarsus daha çok Stoa felsefesi yaygındı.







Dünyanın ilk üniversiteleri olarak da bilinen bu okullarda yetişmiş ve öğrenimine yurt dışında devam etmiş birçok Tarsuslu düşünür mevcuttur. M.S. 5 yüzyılda Roma İmparatoru Justinaus, özellikle kış aylarında kentte su baskınına neden olduğu için Kydnos Nehri’nin yatağını değiştirmesiyle bugünkü Tarsus şelalesinin meydana gelmiş. Kentin içinden geçen nehir yatağıyla birlikte, bu suyun ulaştığı lagün (Regma Gölü) zamanla kurumuştur. Roma dönemi içerisinde, İmparator Sezar M.Ö. 47’de Tarsus’a gelir. Bunu M.Ö. 41 Yılında Romalı komutan Marcus Antonius ile Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Tarsus’ta buluşması izler. Tarsus’un en parlak çağlarından biri Roma dönemidir. Kimi kaynaklara göre, Tarsus’ta 200 bin kitaptan oluşan bir kütüphane bulunmaktadır. Ancak bu kitaplar, Romalı komutan Marcus Antonius ile Mısır Kraliçesi Kleopatra tarafından gemi ile İskenderiye’ye taşınmıştır.








M.S. 395-637 yılları arasında bölgede Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) egemenliği sürer. Bu dönemlerde Tarsus sık sık Bizanslılarla Araplar arasında el değiştirir. Bunu daha sonra Anadolu’nun Türkler tarafından fethi, beyliklerin kurulması ile Selçuklu egemenliği izler. Osmanlı imparatorluğu da Cumhuriyetin kurulmasıyla son bulur.


Kenteki farklı dönemlere tarihlenen arkeolojik eserler arasında sayabileceğimiz Gözlükule höyüğü, Mithra (Donuktaş) Tapınağı, Kleopatra Kapısı, St. Paul Kilisesi, Antik Yol, Justinyen Köprüsü, Roma Hamamı (Altından geçme), St. Paul Kuyusu, Justinyen Köprüsü, Kırkkaşık Bedesteni, Ulu Cami, Kubat Paşa Medresesi, Eski Kilise Cami ile çok sayıda Tarsus eski evi gibi kültür mirasları bize bu kentin zengin geçmişini yansıtan yapıların sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.10 yıllık bir çalışmayla Tarsus merkezde ortaya çıkarılan Antik Yol (Batı Caddesi), bu kentin gerek mimari yapısı gerekse ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamı hakkında önemli bulgular ortaya koyuyor.


Tarsus’ta Antik Cadde’nin yaklaşık 200 m. kuzey-doğusunda yer alan 30 m. derinliğindeki St. Paul Kuyusu, halk arasında Aziz Paul’un yaşadığı ev olarak bilinmektedir. Hıristiyanların yaşadığı dönemlerden itibaren bu kuyunun suyu kutsal bilinmiş ve şifalı oluğu inancı yer bulmuştur.










Öte yandan, Ramazanoğulları beyliği döneminde eski bir kilisenin kalıntıları üzerine ve onun malzemesi ile devşirilerek inşa edilen Ulu Cami, yine aynı dönemde 1578 yılında Ulu Cami ile birlikte inşa edilen Kırkkaşık Bedesteni’ninden söz edilebilir. Kırkkaşık Bedesteni, başlangıçta imarethane (aşevi) olarak yapılmış ve muhtemelen de yüzyıllarca yoksullara yemek dağıtılan bir yapı olarak varlığını sürdürmüştür. Daha sonra medreseye dönüştürülen yapı, yine uzun yıllar eğitim amaçlı kullanılmış cumhuriyet sonrasında kapalı çarşı olmuştur. Bu yapının biraz kuzeyinde külliyenin bir diğer yapısı olarak Kubat Paşa Medresesi gelir. Kubat Paşa Medresesi’nin bitişiği Makam Camisi’dir. Geçen yıl bu caminin altında yapılan ve halen devam eden kazılarda Roma dönemine ait bir köprü, başka yapılara ait temeller, duvarlar, çok sayıda sütun ve sütun başlıkları ile bir mezar bulundu. Biraz ilerisi Eski Kilise Cami’dir. Bir Ermeni kilisesinden camiye çevrilen yapı 13. yüzyılda inşa edilmiştir. Caminin hemen yanı başında Roma Hamamı yer almaktadır. Onun karşısında Tarsus’un en önemli efsanesine konu olmuş olan Şahmeran’ın adını taşıyan hamam vardır. Şahmeran Hamamı ve sokağı kentin bir başka zamanına açılır.



Tarsus eski evleri ise kentin tarihsel dokusunu oluşturan en önemli yapılar arasında sayılabilir. Bugün sayıları 200’ü geçen Tarsus eski evlerinin bir bölümünün restorasyonu yapılarak turizme açılmaya çalışılmaktadır. Yüz, yüz elli yıllık geçmişi olan bu taş ve kâgir yapıların birçoğunda hala insanlar yaşamlarını sürdürmektedir. Onarımla yeniden kazandırılan ev ve sokaklarda açılan küçük işletmelerle buraya bir canlılık getirmeye başlamıştır.


Birleşmiş milletler (BM), 2008 yılını Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı ilan ederken, öte yandan Vatikan’dan Papa 16. Benediktus ise, Hıristiyanlığın kurucucu Aziz Pavlus (St. Paulus)’un doğumunun 1900. yılı nedeniyle 28 Haziran 2008-2009 tarihleri arasını Aziz Paul yılı olarak ilan etti. Aziz Paul Yılı açılış etkinliklerine Vatikan’dan dini yetkililerin yanı sıra Türkiye’den de Hristiyan cemaat temsilcileri, bölge milletvekilleri, yerel yetkililer ve çok sayıda davetli katıldı.


Hıristiyanlığın İsa’dan sonraki en önemli kişisi olan Aziz Pavlus Tarsus doğumlu. İsa’nın 12 havarisi içinde yer almayan, ancak sonradan havari ilan edilen Aziz Pavlus Hıristiyanlık dininin hem kuramcısı hem de kurucusu sayılmaktadır.


Kıl çadır üreten dokumacı bir Yahudi ailenin oğlu olarak Tarsus’ta dünyaya gelen Pavlus, ilk eğitimini Tarsus’taki felsefe okullarının birinde alır. Daha sonra Kudüs’te Gamalie’nin yanında eğitimini tamamlar. Asıl adı Saul olan Pavlus, Hıristiyanlık ilk ortaya çıktığı dönem onlara zulüm eden birisidir.






Başlangıçta İsa’ya inanlara karşı olan Paulus, Kudüs’e yaptığı bir yolculuk sırasında Şam yakınlarında İsa’nın görüntüsü ile karşılaşınca Hıristiyan olur. Pavlus, ilk yolculuğunu Antakya’ya yapar.


M.S. 34-36 yıllarında Tarsuslu Aziz Pavlus, Aziz Barnabas ve Aziz Pierre Antakya sokaklarında ilk vaazlarını verdiler. İlk kez Hıristiyan (Chiristian) sözcüğü Antakya’da telaffuz edilir. Tarsus’tan ayrılarak Ortadoğu, Anadolu ve İtalya’ya kadar Hıristiyanlığı yaymak için gider. Gittiği yerlerde kendini tanıtırken, “Ben Tarsus’ta doğdum. Kilikya’nın hiç de önemsiz olmayan bir kentinin vatandaşıyım.”der. Yaptığı iki uzun yolculuk boyunca gittiği kent, kasaba ve köylerde vaazlar verir. St. Paulus, Roma’dayken İmparator Neron’un emriyle M.S. 64’te tutuklanır ve 67 yılında da doğduğu topraklardan uzakta öldürülür.


Hıristiyan dünyası için Anadolu’daki kutsal toprakların ve önemli merkezlerin başında Antakya geliyor. Antakya’yı en az Kudüs kadar değerli kılan şey Hıristiyan sözcüğünün ilk kullanıldığı ve ilk ayinin yapılıp vaaz verilen kent olmasıdır.







Antik çağda Tarsus ve Antakya, Doğu Akdeniz’in iki önemli kenti olarak çıkar karşımıza.Tarihsel ve kültürel olarak benzeşen yanlarıyla, bu iki kenti birbirine bağlayan ortak özellikler de bulunmaktadır. Antik çağda, bir dönem Antakya Tarsus’a bağlanmıştır, bir başka zamanda, Tarsus Antakya’ya bağlanmıştır. 1940’lı yılların ortalarında Tarsus’ta ortaya çıkartılan “Tarsus-Orpheus Mozaiği” Antakya Mozaik müzesinde sergilenmektedir. Her iki kent toplumsal ve kültürel açıdan da ortak özellikler taşımaktadır.


Kültürlerin buluşma noktalarından biri olan Tarsus, eski zamanların içinden çıkıp gelmiş bir doğu kenti edasıyla ve her daim özelliklerini ve güzelliklerini gelen ziyaretçilere cömertçe sunuyor. Şimdi, Tarsus’u yeniden keşfetmek için yola çıkma zamanıdır.


Yazı: Uğur PİŞMANLIK-hasseyahatdergis